Block 3D - free website template from templatemo.com

düşüngü hayatın öteki yüzü

hayaller kahyası - hayatın öteki yüzü...

Ravanda




                                  

RAVANDA KALESİ

             Yaz tatili bitmiş, yepyeni bir öğretim yılı başlamıştı. Öğrenciler ders programını almaya koyulmuşlardı. Mustafa Erdoğan her zamanki gibi ders programını erkenden almış, koridorun sonundaki pencereden piyasa yaparken gözüne tuhaf bir şey ilişti. Tülin hocanın arabasının yanında son model bir cip durdu. İçinden, takım elbiseli, güneş gözlüklü, dev cüsseli  adamlar indi. Adamlardan biri etrafa dikkatli gözlerle bakarak, arabanın arka kapısını açtı. “Aman Allah’ım, o da ne!” diyebildi sadece Mustafa. Arabadan inen Serdar’dı. Bütün sınıfı yanına çağırdı Mustafa. Herkes bir süre cama yapışık kaldı.

            Serdar yukarı çıktığında yüzlerce saçma soruyla karşılaştı: “ ‘Define mi buldun?’,  ‘Banka mı soydun?’, ‘Dedenden miras mı kaldı?...’ ” Hiçbiri değildi oysa, Serdar hiç yapmadığı bir şey yapmış, sayısal oynamıştı. On haftadır devreden sayısalı Serdar tutturmuştu. Güllüoğlu baklavalarını satın alan Serdar, köşeyi dönmüştü. “Serdar bizi diskoya götür..” sesleri çınlatıyordu okulun koridorlarını.  Serdar o akşam bütün sınıfı diskoya götürdü.

            Ertesi gün,  Serdar sınıfa geldiğinde, “Arkadaşlar yarın sizi Antep’te çok önemli tarihi bir mekana götüreceğim, ismi Ravanda Kalesi, tarihi tam olarak bilinmiyor, ama orda milattan önce bazı bilim adamlarını büyücü diye hapsettikleri söyleniyor. Yıllarca orada yaşadıktan sonra oklanarak öldürülmüşler. Duvarlarda bilgisayar resimleri, uçak projeleri falan çiziliymiş… Gider misiniz?”  diye bir öneride bulundu. Hemen kabul etti herkes.

            Büyük gün gelmiş bütün sınıf yola çıkmak için hazırlanmıştı. Sınıf için büyük bir otobüs satın almıştı Serdar böyle yerlere gitmek için. Sınıfın hepsi bu otobüse bindiler, yalnız Mustafa Erdoğan’ı, Mikail’i, Özhan’ı ve Ali’yi Serdar arabasına aldı, ve yola çıktılar.Kalenin girişine vardıklarında, Ali ve Özhan kavga ettiler. Bu yüzden Ali küstü ve, “Ben kaleye girmeyeceğim!” diye kapıda bekledi. Herkes kalede uçak çizimleri ve bilgisayar resimleri arıyordu. Ama hiçbir ize rastlanmadı. Millet, merak içinde Serdar’a yönelince, Serdar onları bir odaya götürdü. Odanın tabanında kapı genişliğinde yuvarlak bir delik vardı. Serdar deliği göstererek, “ Arkadaşlar! Bu, bilim adamlarının kaldığı zindanın havalandırması… Yani biz şu anda o zindanın tam üstündeyiz. Şu yan tarafta dar bir girişi var zindanın. Aşağı ince merdivenlerle iniliyor. Bakmak isterseniz bütün çizimler aşağıda, yıllara meydan okuyorlar. Yalnız inerken dikkatli olun merdivenler tehlikeli, çökebilir.” dedi. Herkes teker teker inmeye başladı o dar girişten. En sona Mustafa, Özhan ve Mutlu kalmıştı. Mustafa’yla Özhan, Mutlu’yu zindanın girişinde sıkıştırmışlardı yine. “Sizi Elif hocaya söyleyeceğim!” diyordu Mutlu, “Siz nasıl Centilmensiniz, bir bayana yol vermiyorsunuz.” Neyse, zor zekat içeri girdiler. O itişmede Mustafa’nın  eli bir taşa çarptı ve taş duvarın içine doğru girdi. Birden zindanın gizli taş kapısı kapandı ve herkes içerde kaldı.

            Kızlar çığlık üstüne çığlık atıyordu. Her taraf karanlıktı. Tam bir korku tüneli: karanlıkta millet birbirini yaratık gibi görüyordu. Mustafa da psikopat bir tavırla “Wundebar!” diye bağırıyordu. Tek ışık ve hava kaynağı zindanın tavanındaki geniş delikti. Ama ışık aydınlatmıyordu zindanı tam olarak. Sonra aniden zindanın çeşitli yönlerinden loş ışıklar yandı. O da ne! Zindanın duvarına bazı görüntüler yansıdı. Bütün bu olaylardan önce duvarlardan toprak dökülmeye başlamıştı. Sonra kenarlardan büyük kayalar düştü ve altından dev hoparlörler çıktı. Duvara yansıyan görüntüde dil seçenekleri çıktı. Timur hemen duvara yanaştı ve “Türkçe” seçeneğine dokundu. “Hoşgeldiniz!” diye bir yazı yansıdı ekrana. Ve hoparlörden sesler gelmeye başladı, “ Bir, iki, üç deneme…” ve sert bir ses tonuyla devam etti: “Biz bir zamanlar yaşamış olan bilim adamlarıyız. Bizi büyücü diye bu pis ve nemli zindana attılar. Halbuki biz insanlığa yardımcı olacaktık. Biliyoruz bizi öldürecekler ama biz ölümümüzün ardından bizim büyücü olmadığımızı ve teknolojimizin ne kadar geliştiğini açıklamak için bu eseri bıraktık, ama bunu bilenler kimseyle paylaşamadan ölecekler! Yani aynı zamanda bu bir tuzaktır. Gösterin bakalım, sizin teknolojiniz bizimkinin karşısında ne yapacak. Bugün güneş batınca, zindanın duvarlarından kapaklar açılacak, kapakların ardından yıllardır birbirini yiyerek, yaşayan, genlerini değiştirdiğimiz, insan yiyen dev yılanlar ve çiyanlar çıkacak! Kurtulun bakalım kendi teknolojinizle.” Aynı anda bütün telefonların şarjı bitti. Zindan komple aydınlandı. Herkes çıkış yolu aramaya başladı ama nafile. Biraz sonra tekrar karardı zindan ve bütün umutlar karanlığa gömüldü. Herkes ağlıyor, gizli aşklar bir bir itiraf ediliyordu. “Güneş batmaya yarım saat var!” dedi Samet, “Yarım saat sonra yılanlarla, çiyanlarla baş başa…”

            Herkes zindanın tavanındaki delikten gelen ışığa bakıyordu son kez.Hala zamanları vardı ancak.Duvarda bir kronometre belirmişti ve kalan zamanı gösteriyordu.Herkes bir şeyler yapmaya uğraşırken sınıfın mavi gözlü sarışın delikanlısı tünel kazmaya koyulmuştur.Mağaranın kuytu bir köşesindeyse bir grup kız gazete okumaktadır.Sarışın dev onlara seslenir , "Kızlar gazete okumanın zamanı mı hadi hepiniz yardım edin bana bu tünel bizi dışarıya ulaştıracak."

              Mağaranın başka bir köşesinde ise sınıfın uçan kelebeği yarasa edasıyla başında madenci kaskıyla bazı kağıt parçalarına bakmaktadır.Kaskındaki ışık bir anda Serdar'ın dikkatini o yöne çevirir ve Serdar ışığa doğru ilerler.Serdar'ın kendisine doğru yaklaştığını farkeden kelebekkız bütün kağıt parçalarını kaskının altına yerleştirir.Orada parıl parıl ışıklar saçanın kelebekkız olduğunu anlayan Serdar ona : " Bu mağarayı ışıklar içine boğan sen miydin kelebekkız?Ya seni gördüğüm iyi oldu.Sen de poetry notu var mı?Ben de yok 32 buçuk almazsam kalacam." Kaskındaki lambayla bir meleği andıran kelebekkız gülümseyerek : " Ya bende de hiç yok.Sen de bulursan bana ver olur mu?"

              Serdar hayalkırıklığıyla kelebekkızın yanından ayrıladursun,yanına Polyana kıvamında sınıftan başka bir kız yanaşır ve kulağına fısıldar : " Bak,Serdar elimde birinci kalite poetry notu var,hocanın öksürdüğü,hapşurduğu yerleri bile not ettim.Sana verecem bunu ama ,kimseye söylemeyeceksin ; bu notu kimse bilmeyecek." Bir utkuya ulaşmanın sevincine boğulan Serdar,kıza söz vererek notun üstünde yazanı okur : "Berrünle Hayvanlar Aleminde A'dan Zye"

               Sınıfın Bambam'ı ise kulağında kulaklığıyla canı sıkılmış bir vaziyette burnunu karşıtırmaktadır.Bir anda karanlık bir kuytuya çekilmiş olan kıvırcık saçlı bir kızın yere çömelmiş,faaliyette bulunuyor olduğunu gözlemler.Bambam'ı farkeden kıvırcık saçlı masum kız durumu anlatmak için Bambam'ın yanına gider.Fakat daha ağzını açamadan  Bambam sorusunu sorar : " Sıçtın mı kız? " Kıvırcık saçlı masum kız şaşkınlık içerisinde kahkahayı patlatır.Ama birden kulakları sağır eden ağlama sesiyle kesilir bu kahkahalar.Evet...Ağlayan sınıfın Çakıl'ıdır ve elbette onu susturmak Bambam'a düşmektedir.Bambam sessizce Çakıl'ın yanına sokulur ve "Ne ağlıyon gız?!" der.Çakıl, " Ya buraya kumdan kale yapmıştım.Usluçocuk yıktı kalemiii." Bunun üzerine,Bambam  usluçocuğun yanına gider ve kafasına şaplağı indirir.Uslu çocuk ise buna aldırış etmez çünkü dizlerinin üstündeki bilgisayarıyla önemli işler peşindedir.Bilgisayardan mağaranın bulunduğu yerin koordinatları öğrenmeye çalışıyordur.Birden sihirli bir barnak değmişçesine,ingiliz dili ve edebiyatı hocalarının odalarına bağlanılır.Hepsi endişe içinde kameraya bakarlar.İlk başta sınıfın kerbela hocası söz alır,yüzünde moral vermek için kondurduğu kocaman gülümseyle : " Ayy,çocuklar orada mahzur mu kaldınız!!(=Yüzündeki gülümseme büyür).Ya ben aslında ordan çıkmanın yolunu biliyorum ama ben anlatamam,siz de anlamazsınız.Yoksa ben orada doğmuşum.Çakallar büyütmüş beni.Usluçocuk sana da aferin arkadaşlarına buraya nasıl ulaştığını anlat.Benden sana fazladan 12,5 puan!!! " . Herkes usluçocuğu alkışa tutar.Sonra suratındaki ilginç ifadeyle Frau Rokoye birden ekranda belirir : " Arkadaşlar nerdesiniz!!!Sınıfa gittim baktım tek bir kişi gelmemiş...Aaaaa.!!!Gittim sınıfa baktım yoksunuz.Hepinizi  iki defa yok yazdım.O da yetmedi siz varmışsınız gibi ders işledim.Sıralara kokunuz sinmiş.Biz öğrenciyken hiç sınıftan çıkmaz.Geceleyin iki sırayı birleştirir üstünde yatardık.Durun ödevinizi veriyim,o mağaradaki maceranızı anlatan binyediyüzseksen kelimelik bir kompozisyon yazın." Uykusundan uyanmış olan delikanlı not almaktaydı ve birden sordu : " Hocam binyedüyüz beşyüzbin kaçtı ya??? ". Ancak kameranın karşısında bu kez başka bir görevli vardı : "Çocuklar,geçen sene sizin derslere giren bir hoca vardı ya adı kavun mudur nedir?Adam size destek olabilmek için sakallarını kesip Türkiye'ye yollamış.Onun selamı var çocuklar.İnanın kurtulacaksınız..." Arkasından ise zahter çayı içen bir hoca görülür kameranın karşısına geçip der ki : "Çocuklar size büdünün de selamı varmış.".Aradan Mustafa dayanamayıp atılır: "Aman hocam ne büdüsü!" Hoca ise ilginç bir gülüşle son noktayı koyar : " İyyakenabüdü ".Daha sonra bağlantı birden kesilir.Herkes büyük bir şaşkınlık içerisinde daralan zamana bakarak endişe etmeye başlar.    

             Sonra tuhaf bir şey sarkmaya başladı delikten. “Deus ex machine!” diye bağırdı Mustafa. Fatih’in tiyatrocu ruhu kabardı o kargaşada; “Medea!” diye haykırdı o da. “Ne Medeası ula benim, Ali, hepinizi kutaraceymm..” Ali kalenin tiyatrosundan kalan Deus ex machine’i bulmuş, sınıfın alkışları içinde aşağı sarkıyordu. Fakat, talihsizlikler sınıfın peşini bırakmıyordu. Ali yere bir metre kalasıya ip kopunca düştü ve kısa süren sevinç yine hüsrana dönüştü.

            “Arkadaşlar, 30 saniye sonra güneş batıyor..”  Otuz saniye, otuz salise gibi geçti. Birden duvarlardan kapaklar açıldı. Yine çığlıklar başladı. Mustafa bu sefer daha da çıldırdı: “Wundebar, wundebar, wundebar…” Serdar birden sınıfa döndü ve, “Arkadaşlar! Kurtulabiliriz… Bilmiyor musunuz bütün canlılar Songül Bağlam’dan korkar..” dedi. “Şakanın sırası değil Serdar, bak seni öldürürüm!” diye Songül, Serdar’ın üstüne yürüdü. Songül’ün gözleri dönmüş, gözlerindeki ışık zindanı aydınlatıyordu. Herkes kenara çekildi. Serdar, Songül’den uzaklaşmak için yılanlardan tarafa doğru kaçtı. Yılanlar da Songül’ün gözündeki nefreti görünce kaçtılar ve kapaklar hızla kapandı. “Demedim mi size!” diye bağırdı Serdar, “Kurtulduk, Kurtulduk…”

            Yılanlardan, çiyanlardan kurtulmuşlardı ama, hala mağarada kaplıydılar. Mikail, her zamanki sakin haliyle bir taşın üstünde oturuyordu. Taş sabit durmuyor, sallanıyordu. Bu da Mikail’i rahatsız ediyordu. Taşı düzeltmeye çalışırken, eline bir şey değdi. Bu da ne diye bakarken, “Aha bir kumanda buldum!” dedi, “Kumandada bir “Open the door!” düğmesi var!” Mikail,  taş kapının yanına geldi ve, “ Bismillah” diyerek düğmeye bastı. Kapı, bir duran kalbin yeniden çalışması gibi açıldı. Herkes neşeyle dışarı çıktı, kale kapısına kadar koştular. Kale kapısında büyük bir kalabalık, onları bekliyordu. Öğretim görevlileri, aileler, arkadaşlar, medya…

            Ertesi gün, bütün gazetelerde yüzyılın en büyük şakası yazıyordu. “Ünlü iş adamı Serdar Dargın eski bir kalede arkadaşlarına unutulamaz bir şaka yaptı! Mikail Özer, Mustafa Erdoğan, Özhan Kaya ve Ali Sucu bu şakada arkadaşları Serdar Dargın’a yardım ettiler.

            Nedendir bilinmez herkes sınıfa gelip,bunca tantana olmuşken,masum ve güzel kızın biri sormaktadır etrafa:"Arkadaşlar mağaraya falan neden gittik,orda ne oldu,algılayamadım da?"diye sorar...

 

                                                  SERDAR DARĞIN

                                              (düzenleme : Mustafa Erdoğan)





                                                                                                    

                                                                                                                                                             
İleri>>



Bugün 11 ziyaretçi (55 klik) kişi burdaydı!
                image                
Yeni Haberler :

“Her şeyim var şimdi. Bir evim, bir arabam… İşim var ve bol param… Sağlıklıyım ve hâla güzelim. Bir sürü tanıdığım var, bir sürü arkadaşım ve dostçuklarım…

Müziğin sesiyle uyandı , akşamdan kalma bir zihinle bulanık rüyasından uyanmıştı...İçki kadehleri vardı yerlerde. Sonra derin bir nefes aldı yapmak istediği tek şey hayallerinin ritmini duyabilmekti. Uykuya çok düşkün...

Utancından kıpkırmızı olmuş bir surat arıyordu. Evet, çevresinde hali hazırda yeterince çok kırmızı surat vardı; ancak yüzlerinin kızarmış olduğunun çok da farkında değillerdi...

Ay gökte mavimsi bir renk almıştı o gün. En güzel rengi, en güzel hali... Gözlerini hiç kapatmak istemiyordu Kurt, hiç uyumak istemiyordu...

İçinde değerli sandığı bir şeyleri, bir dostluğu kurtarma arzusuyla atıştıran tatlı yağmurun altında küçük adımlarla ilerliyordu.. kafasında türlü türlü düşünceler belli belirsizdi...

Loş sokak lambaların aydınlattığı yolda hızla ilerliyordu. Akşamın en çok bu vaktini severdi; kızıla kesmiş bir gökyüzü, yuvalarına gitmekte olan zavallı kuşların veda cıvıltıları. Nefret ettiği sonbahar ayı olmasına rağmen...

yine döktüm tüm yapraklarımı / bir bir haykırdılar dallarımdan koparken...

bugün binlerce hayal aktı gözlerimden / önce anılarımla kuruladım onları...

Koskoca bir yaz tatilinden sonra, yine okulun başlama zamanı gelmiş çatmıştı. Mustafa ders kaydını yapmış, rahat bir şekilde yeni dönemin başlamasını bekliyordu....

Sıcak, sıkıcı bir yaz günüydü. Odasının penceresinden bakan Serdar, evin bahçesindeki dutun yaprağının bile kıpırdamadığının farkına vardı....

Masafuso yeni yüzüyle artık daha renkli.Çalışmalarımız devam ediyor...

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol