Block 3D - free website template from templatemo.com

düşüngü hayatın öteki yüzü

hayaller kahyası - hayatın öteki yüzü...

serdar

             
             

                        SERDAR

             Sıcak, sıkıcı bir yaz günüydü. Odasının penceresinden bakan Serdar, evin bahçesindeki dutun yaprağının bile kıpırdamadığının farkına vardı. Kimse var mı diye, msn’e son kez baktı ve oturumu kapattı. Sonra bir keşke geçti içinden: “Keşke bundan daha önce yaşasaydım. Mesela, Atatürk’le kurtuluşu yaşasam, fatih’le fethi, Alparslan’la Malazgirt meydan savaşını…"

Birden kalbi hızlı hızlı atmaya başladı Serdar’ın, bilgisayarın ekranından bir ışık çıktı. Bu ışık gözlerini acıtıyordu Serdar’ın, ve görmesini engelliyordu. Işıktan kurtulmak için ayağa kalktı ve ayağı bir şeye takılıp yere düştü. Serdar kafasını yere çarpmış gözlerinin önü kararmıştı. Birden sırtında bir ağrı hissetti. “Sen kimsin!” diye sert bir ses tonu da kulağının zarını zorluyordu. Sese doğru yüzünü çeviren Serdar, artık bulanık bir şekilde görmeye başlamıştı. Karşısında canlı olduğu anlaşılan bir cisim vardı, iri yarı heybetli bir şeydi. Gözlerinin görüşü netleştikçe Serdar, korkmaya başlamıştı. Çünkü, karşısındaki tuhaf giysili, daha çok ilkokul kitaplarındaki Orta Asya Türklerinin temsili fotoğraflarındaki insanlara benzeyen bir insandı. Adam iri yarı, dev cüsseli, pala bıyıklı ve sert bakışlı biriydi. “ Be.. Ben!” dedi, “Ben Serdar!” Adam Serdar’a tuhaf tuhaf baktı ve, “Bu ne biçim bir isimdir. Ne Göktürk illerinde böyle bir isim vardı, ne de Çin illerinde böyle bir isim var.” dedi. “Evet!” dedi Serdar içinden, “Ne ilahi insanmışım! Keşke başka bir şey dileseydim. Ama hangi tarihteyim, bu iri kıyım insan kim…” diye devam ediyordu ki, adam Serdar’ın ensesinden tuttu  ve “Kalk binbaşı Kür Şad’ın yanına gidiyoruz!” dedi iri yarı adam. Serdar, “Kür Şad” ismini duyunca öyle heyecanlandı ki nerdeyse yürümeyi unutacaktı. “Kırk Çeriden biri mi olacağım!” dedi içinden, “Kırk kişiyle Çin sarayını alt üst edeceğiz!” Yolda yürürken yanındaki adam Serdar’ın giysilerine saçlarına anlam veremiyor gibi bakıyordu. “Sen Türkçe  konuşuyorsun, hangi boydansın?” diye sordu Serdar’a. Serdar, “Ben de Türk’üm, devletim Türkiye’dir.” Adam alaycı bir tavırla, “Öyle bir devlet yok ki…” dedi. Serdar içinden, “Siz görmeyeceksiniz, ama olacak” diye geçirdi.  Adam fazla konuşmuyordu. Uzunca bir süre yürüdükten sonra, adam genişçe bir çadırı göstererek, “İşte burası Kür Şad’ın otağı…” dedi.

Çadırın içine girdiklerinde Serdar’ı görünce Kür Şad, yanındaki adama öfkeli bir şekilde bağırdı; “Bu adam kim, nerden buldun bunu şimdi?” O iri yarı adam korkudan küçülmüştü sanki Kür Şad’ın karşısında. Biraz durduktan sonra toparlandı ve anlatmaya başladı: “Bunu ben ilerdeki bozkırda dikenlerin arasında debelenirken gördüm. Önce hayvan sandım, oklayacaktım. Baktım sonra insan, sonra konuştum. Bizimkinden farklı olsa da Türkçe konuşuyor. Zaten o da Türk olduğunu söylüyor. Ben de vakit kaybetmeden yanınıza getirdim bir de siz görün.” Kür Şad önce Serdar’ı baştan ayağa bir süzdü. Sonra, “Konuş bakalım genç adam.” diye başladı, “Nerden gelirsin, kimlerdensin? Bizden farklı olduğun belli… Şu üstündeki kıyafete bak, Çin’de bile yok üstündeki kumaşlardan.” Serdar olabildiğince titiz bir şekilde başladı konuşmaya: “Ben de sizler gibi Türk’üm. Devletim bir Türk devleti…” derken Kür Şad sözünü kesti; “Hangi Türk devleti?..” Serdar biraz duraksadı ve devam etti; “Türkiye…” Kür Şad iyice sinirlenmişti: “Ulan Alık, kımız içtin esridin mi ne yaptın? Sen kimi kandırıyorsun. Türkiye diye bir devlet yok ki.” dedi. Serdar gayet sakin bir şekilde devam etti: “Tabi ki de sizi kandıramam. Şimdi anlatacaklarıma yine inanmayacaksınız,  ama yine de anlatayım. Galiba ben gelecekten geliyorum. Yani bundan yaklaşık bin sene sonra, Göktürklerden sonra isminin içinde ‘Türk’ geçen ikinci bir devlet kurulacak. İşte ben o devletin vatandaşıyım. Sizi yalan söylemediğime her şeyin üstüne yemin edebilirim, saygı değer Göktürk Prensi.” Kür Şad’ın gözleri birden fal taşı gibi açıldı. “Nerden biliyorsun benim bir prens olduğumu? Yoksa sen bir Çin çaşıtı mısın?” dedi hiddetle Serdar’ın üzerine yürüyerek. Serdar kendinden beklenmeyecek kadar sakin bir tavırla yine başladı konuşmaya: “ Sizi kim tanımaz! Siz Kırk Çerinizle, Çin sarayına gireceksiniz… Ve bir kahraman olacaksınız. Adını asırları aşacak.. Ve benim geldiğim zamanda adınız insalara öğretiliyor. Kahramanlığınız, cesurluğunuz dilden dile dolaşıyor. Adınızı duymamış Türk genci yoktur.” Kür Şad iyice sinirlenmişti, Serdar’ın sözlerini bitirmesiyle o da konuşmaya başladı: “Şimdi, Kıraç Ata’ya gidiyoruz. İyi bir kahindir. Eğer söylediklerin doğru değilse, seni oradan buraya kadar, At’ın arkasına takar sürüklerim.” dedi Kür Şad ve otağının dışında bekleyen iki çerisini çağırarak, “Bu gence bir Çinli elbisesi uydurun. Şimdi bunu yanımda bu kılıkla görürlerse süphelenirler…"

At üstünde Kıraç Ata’nın yaşadığı sarp kayalıklara gittiler. Kür Şad, Serdar’ın anlattıklarını bir bir tekrarladı Kıraç Ata’ya. Kıraç Ata söylenenlerin hepsini doğruladı. Kıraç Ata’nın yanından ayrıldıktan sonra, Kür şad düşüncelere dalmıştı: “Benim Çin sarayını basmak gibi bir planım yok ki… Peki bir insan gelecekten nasıl gelir?” Sonra Serdar’a dönerek, “Bana anlatsana geleceği, savaşlar nasıl mesala?..” diye sordu. Serdar’ın yüzü kızarmıştı, şimdi nasıl anlatacaktı savaşlarda çocukların, masum insanların öldürüldüğünü, kadınlara tecavüz edildiğini, nasıl anlatacaktı… Sonra Serdar olanca ciddiyetiyle başladı anlatmaya: “Yeni icatlar olacak o zamana kadar. Öyle ki bir saniyede binlerce insanı öldürecek silahlar yapılacak. Ok ve yay kullanılmayacak o savaşlarda. En yüreksiz insanlar bile bir tuşla binlerce insan öldürecek. Ve savaşlar hiç adil olmayacak.” Buraya gelince Serdar sustu. Kür Şad da başka soru sormadı. Bu sefer Serdar, “Ne yapacağız şimdi!” diye sordu. Kür Şad gülerek “Seni hiçbir yere bırakmayacağım; ne olur, ne olamaz. Şimdi seni gizli bir toplantıya götüreceğim.” dedi.

Toplantı bir mağaradaydı. Herkes orda Kür Şad’ı saygıyla karşıladılar. Kür Şad önce toplantıdaki insanlara Serdar’ı tanıttı. Sonra baş köşede kendine ayrılan yere oturdu ve konuşmaya başladı: “Benim yiğit dostlarım, yiğit çerilerim. Sizler güvenebileceğim insanlarsınız. Bu esaret bana ağır geliyor. Türk esir olmaz. Çeşitli hilelerle yıkmış oldukları Göktürk devletini tekrar kuracağız. Bu Çinlilerin ordusunda binbaşı olmak bana çok ağır geliyor. Benim bir planım var arkadaşlarım. Her Pazar akkşamı Çin kağanı normal elbiselerle dışarı çıkar ve gizlice sokalarda gezinir. Benim haber verdiğim bir gün Çin kağanını sokağa çıktığında kaçırıp, seddin dışına çıkaracağız. Halkımızın özgürlüğünü isteyeceğiz. Aksi takdirde Çin Kağanını öldüreceğiz diyeceğiz.” Kür şad sözlerini bitirir bitirmez içeri biri girdi. “Ben geldiimm…” diye seslendi. Serdar içeri giren adamın yüzüne baktığında şok oldu ve “Mustafaaa… sen nasıl geldin buraya.?..” diye bağırdı. “O ne biçim isim be… Benim adım Çayır..” diye cevapladı adam. Serdar alaycı bir şekilde “Benim adım da Çimen…” dedi. Çayır gülerek, “Kız kardeşimle adaşmışsınız…” dedi ve Kür Şad’a dönerek, “Özür dilerim, binbaşım bana ne konuştuğunuzu anlatır mısınız?” dedi. Kür Şad da eğlenir bir tavırla, “Sana Serdar, öteki adıyla Çimen anlatsın… Ben otağıma gidiyorum. Anlattıktan sonra Serdar’ı tekrar otağıma getir. Kaybolursa sen de  kaybol.” dedi.  Serdar, Çayır’a her şeyi anlattı. Çayır, Mustafa’ya öyle çok benziyordu ki ayırt etmek mümkün değildi. Tekrar Kür Şad’ın otağına giderken Çayır gülmeye başladı. “Olum sen daha ata doğru düzgün binmesini bile bilmiyorsun. Hakkatten de bizim alemden değilsin sen. Kür Şad binbaşı seni nasıl dövmedi? Ben böyle ata binsem yanında beni döverdi. Biraz hızlı gitsek düşeceksin. Kür Şad’ın kızı bile iyi ata biner. Hatta benden bile iyi at biner, ok atar. Ama ben fazla sevmem o kızı. Bir kere bir yay yapmıştım. Bana güldü, o kadar çerinin içinde yayımla dalga geçti. Yani havalı bir kız, prens kızı ya, Prensesim sanıyor kendi kendini! Aman Kür Şad’a söyleme bu dediklerimi kızı çok kıymetlidir, beni öldürür.” diye konuştuktan sonra, Çayır sustu Otağa yaklaştıkları için.

         Serdar ve Çayır otağa girip selam verdiklerinde, Serdar ikinci bir şoka uğradı. Adeta donmuştu. “Yok canım, olamaz!” diye geçirdi içinden… Çayır, Serdar’ın yüz ifadesinden tuhaf bir şey olduğunu anladı ve Serdar’a dürterek kısık bir sesle, “Kürşad’ın kızı, işte o…” dedi. Serdar, “Bu kadar benzerlik olamaz ki…” dedi yine içinden. Ve Kür Şad, Serdar’a ciddi bir tavırla, “ Bak genç, sana güvenmiyorum ben, her şeye rağmen… Seni şimdi öldürürüm aslında da, Kıraç Ata’ya dua et. Hep senin başında da duramam. Eğer dediklerin doğruysa o kırk Çeriden biri de Çayır olacak. O da talim etmeli. Bu arada sen de öğrenmelisin, ok atmayı, yay tutmayı, kılıç kullanmayı, dövüşmeyi… Ata bile binemiyorsun doğru dürüst. Onun için seni hayatta en güvendiğim kişiye teslim ediyorum: Ay Kıza, yani kendi öz kızıma…” dedi. Çayır, Serdar’a sırıtarak baktı… Sanki yüzünde “her şeyin farkındayım.”diyen bir ifade vardı. Sonra Kür Şad, Çayır’a dönerek, “ Hadi, gidiyoruz!” dedi ve Kür Şad önde Çayır arkada çıktılar otaktan. Serdar çekingen bir tavırla, “Mer..,  Merhaba, benim adım Serdar…” dedi. Ay Kız, sert bir tavırla, “Benim adımı duydun babamdan, tekrarlamama gerek yok heralde…”  dedi ve, “Beni takip et eğitimlere hemen başlayacağız..” diye devam etti. İşte Serdar bu noktada farkı anlamıştı. Evet, Ay Kız gülmüyordu.

Büyük bir alana gelmişlerdi, Aykız’la Serdar. Ay Kız lafı uzatmadan hemen konuşmaya başladı: “Eğitime ilk olarak, odun kırmayla başlayacaksın. Bütün işler kas gücü ister. Kas yapmalısın biraz. Şimdi şu odunları kırmaya başla, ben istediğim vakit az bir mola vereceksin. Ay Kız gölgede Serdar’ı seyrediyor, Serdar odunları kırıyordu. İlk bir hafta böyle geçti. Ay Kız, çok acımasızdı. Serdar yorgunluktan yere yıkılıyordu bazen. O yine Serdar’ı zorla kaldırıp odun kırdırmaya devem ettiriyordu. Bir gün yine böyle yıkıldı Serdar. Ay Kız yanına geldi, “Kalk hadi devam…” dedi aldırmaz bir tavırla. Serdar’ın canına tak etmişti artık, Ay Kızın gözlerinin içine bakarak, “Tanrı güzelleri niye bu kadar zalim yapıyor?”  dedi sadece… Ay Kız utanmıştı, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sonra tekrar toparlandı ve kaşlarını çatarak, “Babama söylersem görürsün zalimi, hadi kalk da devam et.” dedi Ay Kız.  Serdar lafı gediğine oturtmanın hazzıyla, kalktı ve kırmaya devam etti. Artık Ay Kız daha çok ve daha sık mola veriyordu. Serdar da bunu fırsat bilip Ay Kız’la konuşmaya çalışıyordu. Ay Kız sadece Serdar’ın sorularına cevap veriyor, fazla konuşmuyordu. Serdar da ne kadar bildiği hikaye, şiir varsa Ay Kıza okuyordu. Hatta bazen daha ileriye gidip, Ay Kıza onun güzelliğinden bahsediyordu. Ay Kız bu iltifatları duyunca hem utanıyor hem de kızıyordu. Serdar’ı babasına söylemekle tehdit ediyordu...

Bir gün Ay Kız geldi ve, “Artık sıra at binmeye geldi.” dedi. Ay Kız çılgın bir atın yularından tutuyordu. Serdar’a atı göstererek, “Bu atı uysallaştırıp, dörtnala kovdurduktan sonra, beni yenersen; usta olursun at binmekte.” dedi  Ay Kız,  “Hadi bir dene bakalım binmeyi!” Serdar ata biner binmez, at sıçramaya, etrafa çifteler savurmaya başladı. Serdar daha fazla atın üzerinde duramadı ve düştü. Sonra çok hemen ayağa kalktı, her tarafı ağrımasına rağmen daha fazla rezil olmamak için “Ah” bile diyemedi. Serdar, acıdan kıpkırmızı olmuş yüzüne bakan Ay Kızın ilk gülümseyişini o anda görmüştü. Ve bu gülümseyiş duyduğu tüm acıları ona unutturmuştu. “İşte şimdi aynısı oldu. İnsan bu kadar benzer…” dedi Serdar içinden. Ay Kız yüzündeki tebessümü fark edince birden yeniden astı suratını ve, “Ben gidiyorum, babamla konuşacağım bugün biraz atınla seni baş başa bırakıyorum.” dedi Serdar’a. Sonra da kendi atına bindi ve uzaklaştı oradan. At sanki bir kusur işlemiş çocuk gibi durgunlaşmıştı. Sanki Serdar’ın duygularını anlıyordu. Serdar atın yularından çekti ve bir kayanın üzerine oturdu. Atın burnunun üstünü okşayarak, “Gördün mü çılgın oğlan, rezil ettin beni kızın yanında. Mutlu musun şimdi? Neyse senin adın da bugünün anısına Çılgın olsun.” dedi. O sırada çalıların arasından bir ses duyuldu ve Çayır çıkageldi.     “ Vayy Serdar aga Ata da binermiş. Nasıl düştün. Olum düşmen değil de kıza rezil oldun.” dedi  Çayır. “Olsam nolur olum, Çayır? Umrumda değil.” diye cevap verdi Serdar. Çayır gülümseyerek, “yemezler olum, kızı ilk gördüğün andan itibaren etkilendin. Sen o kızdan hoşlanıyorsun.” dedi. Serdar konuyu değiştirmeye çalışıyordu: “Bak Çayır, gel senin ismini değiştirelim. Senin adın Mustafa olsun. Çok kıymetli bir isimdir benim yaşadığım çağda. Böyle Çayır kalırsan, bizim Çılgın yer seni. Hah haa.” dedi. Çayır’ın altta kalma huyu yoktu hiç. Yüzün ekşiterek, “Ayy Serdar, sizin çağda espiriler hep böyle kötü mü oluyo, yoksa bu senin her zamanki halin mi?..hah hah haa..”

Aradan bir ay geçmişti. Serdar her geçen gün biraz daha alıştırıyordu kendine Çılgın’ı. Artık Serdar’ın bir parçası olmuştu sanki Çılgın: dört nala sürüyor, engellerden atlatıyor, çaylardan geçiriyordu. Bazen Çılgının sırtında ayağa bile kalkıyordu. Bunları gözlemleyen Ay Kız, artık yarış zamanın geldiğini söyledi Serdar’a. “Buradan babamın otağına kadar yarışacağız. Kazanırsan, Göktürk’lerin en iyi binicilerinden olmuşsun demektir.” dedi Ay Kız Serdar’a. Serdar heyecanlanmıştı yine, bacakları titriyordu heyecandan. Çılgının kulağına eğildi , “hadi Çılgın, beni yine rezil etme Ay Kız’a.” dedi ve bindi Çılgın’a. Ay Kız da kendi atına binmişti. Serdar, Ay Kız’ın gözlerine baktı, Ay Kız da onunkine… Aynı anda atlar şahlandı sanki. Kıyasıya bir yarıştan sonra, atlar burun buruna vardı Kür Şad’ın otağına. Kür Şad otağın dışında onların gelişini izliyordu. İkisi de atlardan indiler. Kür Şad’a selam verdiler. Kür Şad kızının yanına yaklaştı, kulağına eğilerek, “tebrik ederim, şu sıska oğlanı bir ay içinde Göktürklerin en iyi at binicilerinden biri yaptın.” dedi. Ay Kız bu sözleri duyunca Serdar’ın yüzüne baktı ve güldü. İşte Serdar o anda en büyük ödülü almıştı…

                 

Aradan bir yıl geçmiş, Ay Kız’ın öğrencisi Serdar; kılıç kullanmayı, ok atmayı ve dövüşmeyi hızlı bir şekilde öğrenmişti. Bir gece Serdar otağından tek başına dışarı çıkmış, ayı seyrediyordu. Kendince ayla konuşuyordu. “Hiç boşa evrende tekim, benden güzel yok deme, Ay Kız senden güzel. O varken güzelsin sen, o olmasa güzelliğinin ne anlamı kalır. Sanki o senden almamış da adını, sen adını ondan almışsın..” Ay Kız bunların hepsini dinliyordu gizlice. Sonra uzaklaştı ve “öhhö öhöö” diyerek Serdar’ın yanına geldi. “Merhaba Serdar, konuşalım mı?” dedi. Serdar’ın dili tutulmuştu. Ay Kız ilk defa bu kadar içten bir şekilde Serdar’a yaklaşmış konuşmak istemişti. “Tat… Tabi!” dedi Serdar. Ay Kız o eşsiz gülüşüyle başladı konuşmaya, “Serdar seni tebrik etmek istiyorum. Bir yılda, benim ömrüm boyunca öğrendiğim şeyleri öğrendin. Ve babamın çerisi olacaksın. Birkaç gün sonra Çin kağanını kaçıracaksınız. Yani yakında yoldaşlığımız sona erecek. Ben bir süre daha Çin’de kalacağım. Çünkü hiçbir Çinli benim Kür Şad’ın kızı olduğumu bilmez. O Yüzden burada güvendeyim. Sen kendine dikkat et olur mu?” dedi ve gözlerini kaçırarak Serdar’ın yanından uzaklaştı.

İşte o gün gelmişti. Kür Şad ve kırk çerisi hazırlıklarını yapmış, Çin Kağanını kaçırmak için havanın kararmasını bekliyorlardı. Hava kararınca sarayın dışına çıkan Çin Kağanını kaçıracaklardı. Serdar okunu ve yayını almış; zırhını, kılıcını kuşanmış. Çılgını hazırlıyordu. Ay Kız, Serdar’ın yanına geldi. Hiçbir şey söyleyemiyordu. O yıldızları kıskandıran gözleri ve gözlerinden boşalan yaşlar her şeyi anlatıyordu. Sonra avucunda sıkı sıkı tuttuğu bir kolyeyi Serdar’a uzattı. Ve kaçarak uzaklaştı oradan. Serdar kolyeyi aldı, boynuna taktı ve atına atladı. Zaten hava da kararmaya başlamıştı. Biraz sonra Kür Şad başta, Serdar onun yanında ve Kırk çeri arkada Kür Şad’ın otağından ayrıldılar…

               

Tam Saraya yaklaşmışlardı ki, birden gök kıpkırmızı oldu, şimşekler çakmaya başladı ve feci bir yağmur başladı. Belli ki bu havada Çin kağanı dışarı çıkamazdı. Ama bunun dönüşü yoktu. Bir duyulursa, bir sezilirse bütün planlar ve bununla birlikte bağımsızlık hayalleri suya düşerdi. Saraydan alacaklardı kağanı, bugün bu kalabalığın varlığı sezilip kağana bildirilmeden, Kağanı oradan almak lazımdı. Kür Şad, Serdar’ın gözlerinin içine  ,doğru söylemişsin, dercesine baktı. Hemen bir plan yapıldı ayak üstü. Öncelikle atları serbest bırakıp yaya gideceklerdi. Çünkü dikkat çekmemeleri gerekiyordu saraya girmeden önce. Saraya gelince on beş okçu sarayın duvarlarındaki ve dış kapısındaki muhafızları oklayacaklardı. Bu oklama sırasında diğer 25 kişi içeri girecek ve bunlardan on tanesi içerdeki okçuları oka tutacaklardı. Bu arada dışardan gelen 15 okçuyla diğerleri birleşip,Çin kağanın kaldığı odaya kadar dövüşerek gidecek, Çin kağanını esir alacaklar sonra öbür okçularla birleşip sarayın ahırındaki atlara binip Çin seddinin dışına çıkacaklar, orta asya bozkırlarında dağınık halde bulunan Türk boylarını toplayıp Çin’deki esir Türklerin de Çin kağanının başı karşılığı bırakılmasını isteyeceklerdi…

Kür Şad başını kaldırdı. “Dostlarım, yiğit çerilerim; aranızda özgürlük uğruna, bağımsızlık uğruna, şerefi uğruna ölmekten korkan varsa; şimdiden gitsin evine… Gerekirse ben tek başıma girerim bu saraya. Çin ordusuna asker olmaktansa ölmeyi tercih ederim. Şimdi geliyor musunuz benle…” diye bir konuşma yaptı. Aslında Kür Şad alacağı cevabı biliyordu. Hepsinin ölümle dalga geçtiklerini, omuz omuza yaptığı savaşlardan hatırlıyordu. Bütün çerilerin gözleri kurt gözüne dönmüştü. Yırtıcı bir hava almıştı çehreleri. Hepsi birden ölümüne yanındayız anlamında silahlarını havaya kaldırdılar. Konuşmayı pek sevmezdi onlar

       

         Saray’ın yanına gelmişti Kırk yiğit. Okçular ve diğerleri sarayın dışında Çin muhafızlarının göremeyeceği bir yerde konuşlandılar. Hepsi Kür Şad’ın işaretini bekliyordu. Kür Şad beklenen işareti verdi. Okçular görevini kusursuz bir şekilde yerine getiriyordu. Önce kapıdaki muhafızlar daha ne olduğunu anlamdan öldü. Duvardaki muhafızlar, kapıdaki muhafızların öldüğünü göremeden bir bir düştüler avlanmış arı kuşları gibi. İçerdeki Çin okçuları daha yaylarına yeni davranmıştı ki, sarayın girişinden gelen ok yağmurunun hezimeti altında ezildiler. Ama yaralı bir Çin askeri sarayın avlusundaki koca tunçtan demire tokmakla vurunca ortaya çıkan sesle sarayın avlusu Çin çerisi dolmuştu. Kırk Türk yiğidi onlarca Çin çerisi amansız bir çarpışmaya girdiler. Kür Şad öyle vuruyordu ki her kılıç sallayışında dört beş tane Çin askeri ölüyordu. Çayır Türk çerilerinin en iyilerinden biriydi. Çok hareketli, dans eder gibi kılıç kullanıyordu. Yakınına gelen Çin askerleri sanki girdaba düşüyordu. Serdar bu tür dövüşlerin acemisi olmasına rağmen, DNa’sına işlenmiş bir yetenekle Çin çerilerini domates doğrar gibi doğruyordu. Ama bu arada  dört Türk çerisi ölmüştü. Bu kayıp boşuna değildi; azimle dövüşen Kür Şad ve yiğitleri artık sarayda Kağanının kapısına kadar gelmişlerdi. Lakin, kapı kilitliydi ve çok sağlamdı. Bir yandan vuruşuyor, bir yandan kapıyı açmaya çalışıyorlardı.  Sarayın o geniş koridor’u daralmış, Türk çerileri odanın kapısıyla Çin askerleri arasında sıkışmışlardı. Artık Çin Kağanını saraydan çıkarmak imkansızdı. Oradan Sarayın ahırına inip atlara bindikten sonra kaçacaklardı. Son çare; Çin Seddi’nin ötesindeki Türk boylarını toparlayıp, Çin’e saldırmaktı. Böylece yeniden Göktürk devletini kuracaklardı.

Kür Şad, binbaşı olduğu için Çin sarayının içini iyi biliyordu. Bulundukları koridordan ahıra gizli bir geçit vardı. Ama bu kadar Çin askerinden kurtulup geçmek meseleydi. Serdar’ı ilk bulan iri kıyım o adam, “Siz kaçın, ben onları oyalarım size de yetişirim.” dedi ve koridorda gördüğü büyük bir heykeli yerinden söküp, kaldırdı ve Çin askerlerinin üzerine attı. Çin askerleri, domino taşları gibi birbiri üstüne düşüp,  ezilirken, Türk Çerileri ahırdaki atlara binip Çin sarayından çıkmışlardı. Kırk bir kişi girdikleri Çin Saray’ından otuz kişi çıkmışlardı. Diğerleri ölmüşlerdi.

               

Türk Çerileri büyük bir hızla Çin Saray’ından uzaklaşırken, yağmur şiddetini arttırmıştı. Bu arada korkudan ve kızgınlıktan tir tir titreyen Çin Kağanı koca Çin ordusunu otuz kişinin peşinden göndermişti. Otuz Türk askeri bir ırmağın kenarına gelmişlerdi. Irmak, o günkü yağmurdan dolayı coşuyordu ve ırmağı geçmek Kür Şad ve çerileri için imkansızdı. Çin ordusu gittikçe yaklaşıyordu. Türk Çerileri ya ırmağı geçmeye çalışarak öleceklerdi ya da savaşarak öleceklerdi. Tüm Türk çerileri hangi seçeneği seçeceklerini biliyorlardı: “Savaşarak ölmek!”


              

Çin ordusu yıldırım gibi geliyordu. Yağmurdan ve karanlıktan çok uzak görünmüyordu. Ama Kür Şad ve çerileri Çin ordusunun çıkardığı sesten ne kadar yaklaştıklarını biliyorlardı ve iyice yaklaşmalarını bekliyorlardı. Çin ordusu yeterince yaklaşınca, Türkler birden saldırıya geçtiler. Sanki o yıldırım gibi gelen koca Çin ordusu duvara toslamıştı. Birden durdu ordu. Yağmur kanla karışmış yağıyordu adeta. Onlarca Çin askeri daha ne olduğunu anlamadan ölmüşlerdi. Türk askerleri durmadan savaşıyorlardı. Ama gittikçe sayıları azalıyordu. İki yüzden fazla Çin askeri öldürmüşlerdi, ama daha önlerinde uçsuz bucaksız bir Çin ordusu vardı. Aradan bir saat geçmişti. Türk yiğitleri birbiri ardına ölmüşlerdi. Geriye sadece üç kişi kalmıştı: Kür Şad, Çayır, ve Serdar. Serdar artık ölümün yaklaştığını anlamış, bir eliyle savaşırken öbür eliyle Ay Kız’ın verdiği kolyeyi sımsıkı tutuyordu. Kolyenin ucunda bulunan hilal, Serdar’ın elini kesmişti. Serdar elinin kanadığını hissediyordu. Ama bu acı değildi. Birden Çayır’ın yere düştüğünü gördü, işte o zaman büyük bir acı hissetti yüreğinde. Orta Asya’daki tek sırdaşını kaybetmişti. Sonra Kür Şad düştü yere. O anda bir ışık parladı gökyüzünden Çin ordusunun üstüne. Tüm Çin askerleri atlarından yere düştüler. Işık, Serdar’ın gözünü kamaştırıyordu. Birden bindiği at şaha kalktı ve Serdar da yüzü üstün yere düştü. Gözünün önüne Ay Kız’ın gülüşü geldi birden, tüm acılarını unutturmuştu bu gülücük.

Birden “Diitt!” diye bir sesle kendine geldi Serdar. Elektrik kesilmiş, bilgisayar’ın güç kaynağının sesiydi bu. Daha “bu bir rüya olamaz!” diyordu ki, avucunun kanadığını hissetti. Yerde avucunu kesebilecek hiçbir şey yoktu. Avucunu açtığında, ayasının hilal şeklinde kesildiğini gördü…
 

NOT : bu kısa hikayede bazı alıntılar yapılmıştır.


SERDAR DARĞIN



<<==geri    -   ileri=>>


Bugün 9 ziyaretçi (47 klik) kişi burdaydı!
                image                
Yeni Haberler :

“Her şeyim var şimdi. Bir evim, bir arabam… İşim var ve bol param… Sağlıklıyım ve hâla güzelim. Bir sürü tanıdığım var, bir sürü arkadaşım ve dostçuklarım…

Müziğin sesiyle uyandı , akşamdan kalma bir zihinle bulanık rüyasından uyanmıştı...İçki kadehleri vardı yerlerde. Sonra derin bir nefes aldı yapmak istediği tek şey hayallerinin ritmini duyabilmekti. Uykuya çok düşkün...

Utancından kıpkırmızı olmuş bir surat arıyordu. Evet, çevresinde hali hazırda yeterince çok kırmızı surat vardı; ancak yüzlerinin kızarmış olduğunun çok da farkında değillerdi...

Ay gökte mavimsi bir renk almıştı o gün. En güzel rengi, en güzel hali... Gözlerini hiç kapatmak istemiyordu Kurt, hiç uyumak istemiyordu...

İçinde değerli sandığı bir şeyleri, bir dostluğu kurtarma arzusuyla atıştıran tatlı yağmurun altında küçük adımlarla ilerliyordu.. kafasında türlü türlü düşünceler belli belirsizdi...

Loş sokak lambaların aydınlattığı yolda hızla ilerliyordu. Akşamın en çok bu vaktini severdi; kızıla kesmiş bir gökyüzü, yuvalarına gitmekte olan zavallı kuşların veda cıvıltıları. Nefret ettiği sonbahar ayı olmasına rağmen...

yine döktüm tüm yapraklarımı / bir bir haykırdılar dallarımdan koparken...

bugün binlerce hayal aktı gözlerimden / önce anılarımla kuruladım onları...

Koskoca bir yaz tatilinden sonra, yine okulun başlama zamanı gelmiş çatmıştı. Mustafa ders kaydını yapmış, rahat bir şekilde yeni dönemin başlamasını bekliyordu....

Sıcak, sıkıcı bir yaz günüydü. Odasının penceresinden bakan Serdar, evin bahçesindeki dutun yaprağının bile kıpırdamadığının farkına vardı....

Masafuso yeni yüzüyle artık daha renkli.Çalışmalarımız devam ediyor...

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol